Yalnız ülkemin tektaşı: İstanbul
Bu gece (13 Kasım 2016) sana Çamlıca tepesinden baktım İstanbul. Bir kez daha anladım ki dünya üzerinde, özellikle de bu coğrafyada yalnız ülkemin tektaşı sensin. Seni seyrederken onlarca şey geçti aklımdan. Düşüncelerim beni kâh kızdırdı, kâh güldürdü.
Kızdım… Senin her şeyinle ‘ait olduğun’ bu yalnız ve güzel ülkenin her şeyini (millet, devlet, ülke, bayrak, vatan, meclis, hükümet… vb.) eleştirenlere değil, eleştirirken küçümseyenlere kızdım. Biliyorumki ‘sen’ ve ‘ait olduğun’ eleştiriye kızmazsınız. Eleştirinin ‘doğru’yu bulmakta ve ‘acaba’ları cevaplamaktaki en önemli yol gösterici olduğunu bilirsiniz. Bunları bana öğreten de sizlersiniz. Oysa sizlerin milletinizden tek bir beklentisi vardır. Sadece… Sevilmek istersiniz. Sizler de biz sevdalılarınız gibi sevilmek istersiniz. Eleştirirken küçümseyen değil, eleştirirken bile seven bir milletiniz olsun istersiniz.
Güldüm… Ne hayal kurmaya gücü, ne de kendinden başkasını sevmeye cesareti olmayanlara güldüm. Çünkü onlar, yüz yıl sonra bu coğrafyada haritaların yeniden çizilmeye çalışıldığını ve hedefteki ülkeler içinde Türkiye’mizin de bulunduğunu gördükleri halde; savaşmaktan korktukları, daha doğrusu ölmekten korktukları için gece uyu(ya)mayanlardır. Bunlar, (a)sosyal medyada ülkelerini sevdiklerini janjanlı sözlerle dile getirirken, dost sohbetlerinde ‘yurt dışında bir ülkeye nasıl kapağı atarım’ın yollarını öğrenmeye çalışırlar. Oysa bir anlasalar, üçüncü dünya savaşının başladığını ve Türkiye’nin aslında tüm dünyanın ‘tektaşı’ olduğunu…