Her günü, son günmüş gibi yaşamak…
Sabah, aşırı ateşlenen 6 yaşındaki erkeği doktora yetiştirirsiniz. Öğlen yoğun bakımdaki arkadaşınızı ziyaret edersiniz. Bir gelişme var mı diye. Yoktur. Üzülürsünüz. Hayat ile ölüm arasındaki o ince çizgide bulunan arkadaşınızın yerine kendinizi koyarsınız. İçiniz ürperir. Ölümden korkmadığınıza dair etrafınıza beylik laflar da etseniz, ölümü gerçek anlamda düşünmek ürpertir sizi. Ölümle karşılaştığınız zamanki duyguyu defalarca yaşamanıza rağmen hiç tarif edemezsiniz.
Öğleden sonra sabah doktora yetiştirdiğiniz erkek çoktan ayaklanmıştır ve yıl sonu gösterisi vardır. Siz ne kadar “Dinlenmelisin” desenizde “Gitmem gerek” der durur. Gösterisine götürürsünüz. Biraz ürkek, biraz tedirginsiniz. O sahnedeyken gözlerinize hücum eden göz yaşlarınızı durdurmak için yutkunursunuz. Fakat durdurmak ne mümkün! Gösteri sonrası dayanayıp gider tuvalette hıçkıra hıçkıra ağlarsınız. Daha sonra ise onu istediği bir yere götürür onunla birlikte eğlenirsiniz. Çarpışan arabalar, atlı karınca ve diğerleri… Bırakırsınız kendinizi onun çocukluğuna…
Tam o sırada acı bir fren sesi… Sonrasında bir gürültü… Ardından derin bir sessizlik… Sanki tüm dünya susmuştur… Bulunduğunuz yerden rahatça gördüğünüz ana yolda kaza olmuştur. Hem de ne kaza…
Düşünürsünüz! “Bugün kaç kişinin son günüydü acaba?” diye. Ya bugün sizinde son gününüzse… Bir günün ne kadar uzun olduğunu fark edersiniz. “Artık bitmeli bir şeyler” diye düşünürsünüz. Fakat o şeylerin ne olduğunu kendinize bile itiraf edemezsiniz.
Doğru olan nedir? Her günü, son günmüş gibi yaşamak mı; yoksa; her anı, son anmış gibi yaşamak mı?