Türkiye gönderiyor, biz yiyiyoruz
Sektörel konularda yazan gazeteciler kendilerini diğer gazetecilerden biraz farklı görürler. Çünkü onlar her olaya haber değeri taşıyor mu diye bakmazlar. Her olaya benim alanımla ilgili haber değeri var mı diye bakarlar. Dolayısı ile daha bir seçicidirler. Alanları dışında yazmakta pek istemezler. Fakat milli hassasiyetler söz konusu olduğunda uzman oldukları alanın dışına çıkmaktan da çekinmezler. Çekinirlerse zaten gazeteci olamazlar.
Ben de bugün alanımın dışına çıkacağım. Herkesi ilgilendiren bir konuda yazacağım. Önce bir olayı anlatayım. Nisan ayının son haftası İstanbul’da bir toplantı vardı. O dönemin KKTC’li bakanlarından biri ve bazı iş adamları da o toplantıya katılmışlardı. Öğle yemeğinin tatlı faslında KKTC’nin önde gelen iş adamlarından birisiyle karşılaştık ve masamıza davet ettik. O da bizi kırmadı ve geldi. Açık sözlü olan bu iş adamını masadaki Türk gazeteci arkadaşlara tanıştırdım. Tanışma faslından sonra gazeteci arkadaşların doğal olarak gazetecilikleri tuttu ve iş adamını soru yağmuruna tuttular. O da gayet açık yüreklilikle soruları cevapladı. Ta ki “KKTC ekonomisi şu sıralar nasıl gidiyor?” gibi gayet basit fakat o ölçüde de çocukça sorulmuş soruya kadar. O ana kadar hızlıca ve anında soruları cevaplayan iş adamı bir an durdu. Yüz kaslarında futbolseverlerin “Meksika dalgalanması” dedikleri bir hareketlenme oldu. Sanki sert bir rüzgar suratına çarptı. İş adamı kendini toparladı.
Şu soruyu sordu: “Gerçeği mi istersiniz? Yoksa…!” Bu cevaptaki amacı belliydi. Hem gazeteciye sorduğu sorunun ehemmiyetini hissettirmek istiyordu. Hem de cevabı hiçbir zaman kullanamayacağını peşinen belirtmiş oluyordu. Sorduğu sorunun derinliğini farkında olmayan gazeteci arkadaş “Tabii ki gerçeği” diye cevapladı. Fakat KKTC ile TC ilişkilerini iyi bilen ben ve bir gazeteci arkadaşım gergin bir şekilde birbirimize baktık. İş adamı acı gerçeği tüm çıplaklığı ile söyledi: “Türkiye gönderiyor, biz yiyiyoruz.” Masada buz gibi bir hava esti. Ben iş adamının Türkiye’deki asistanı ile göz göze geldim. Yılların verdiği tanışıklıkla o bayan sanki içimi okudu. Hemen devreye girdi ve iş adamına sıradaki randevuları için kalkmaları gerektiğini söyledi. Müsaade isteyip ayrıldılar.
O çocukça soruyu soran gazeteci arkadaş bana döndü ve “Abi bu nasıl cevap? Gerçekten biz gönderiyoruz, onlar yiyiyorlar mı?” Ben de kendisine “Adam cevabı verdi” dedim. O da bana “Biz tüm dünya ile onlar için uğraşıyoruz, şunların yaptığı şımarıklığa bak” dedi. Ben sadece tebessüm ettim.
O günden sonra bu gazeteci arkadaşım KKTC ile daha çok ilgilenmeye başladı. Seçimlerde KKTC’ye geldi. Çok iyi haberlere de imza attı. Son karşılaşmamızda bana dedi ki “Her şeye rağmen KKTC bizim küçük kardeşimiz. Aynı kanı taşıyoruz. Küçük kardeşlerde biraz şımarık olur. Harcasınlar. Helal, hoş olsun.”
Tüm bu olayları neden anlattım. Her şeye rağmen Türkiye halkı Kuzey Kıbrıs halkını çok seviyor. Çünkü tarihleri bir. Geçmişleri bir. Babaları, ataları bir. Kendini Kıbrıs’ın yerlisi sayanlar geçmişlerine bir baksınlar. Ya Kayseri’den, ya Konya’dan ya Niğde’den ya da Türkiye’nin başka bir ilinden göçmüşlerdir.
Dediğim gibi Türkiye halkı Kuzey Kıbrıs halkını seviyor. 300 civarında çalışan olması gerekirken 600 civarında insan çalıştırarak KTHY’yi batırmış olsalar da seviyor. Kuran Kurslarını basma gibi bir densizlik yapsalar da seviyor. Ankara hükümetine küfrederken aslında tüm Türkiye’ye küfrediyor olsalar da seviyor. 230 bin kişilik yerli nüfusun 80 bini devletten maaş alıyor olsa da seviyor. Türkiye’deki birçok hastaneye milyonlarca dolar borç takmış olsalar da seviyor. Daha bu listeyi uzatabilirim.
Türkiye halkı mazoşist falan değil. Tüm olumsuzluklara rağmen Kuzey Kıbrıs halkını sevmesi tamamen kardeşlik duygusundan kaynaklanıyor. Kardeşinin bir gün olgunlaşacağına ve büyüyeceğine yürekten inanıyor. Buna inanmasa Fatih Sultan Mehmet zamanında başlayan ve devletin bekası için yapılan bazı uygulamaları çoktan gerçekleştirirdi.
(Bu yazının bir kısmı 7 Temmuz 2010 tarihli Star Kıbrıs gazetesinde yayınlanmıştır.)